Müzikli Hikayeler #3 - The Human Equation
- Ayberk Kaan Güneş
- 12 Nis
- 13 dakikada okunur
Ayreon, müzik ile tiyatronun, orta çağ ile bilimkurgunun, bir menü dolusu vokalistin albüm başında sayısız anlatıcı kimliği ile buluştuğu, eşi benzeri pek olmayan bir grup. Grubun beyni, çekirdeği ve multi-enstrümentalisti konumundaki Hollandalı Arjen Lucassen, grubun adını ilk albümü olan “The Final Experiment” için bir baş karakter yaratırken vermiş. Arjen, Kral Arthur hikayesinin gelecekten gelen felaket tellallığıyla harmanlanması niteliğindeki albümü, ebeveynleri ona bir isim koyamadan öldüğü için ismini burcundan alan “Aries” (Koç burcu) adlı bir ozan ağzından anlatmak istemiş. Hollandalı olduğu için “Aries” kelimesinin telaffuzunu üç hece olarak düşünüp şarkı yazımını ona göre yapan Arjen’i, konuk aldığı vokalistlerden birisi Aries’in iki heceyle okunduğu konusunda uyarınca, Arjen üç heceli bir isim arayışına girmiş. İlk albümden bu yana bu projesinde orta çağ efsaneleri ile bilimsel kurguyu sentezlemeye niyetli olan Arjen, ismi eski İngiliz yerleşkelerine ithafen “Ay-”, parçacık isimlerine ithafen “-on” ile bitirmek isteyince, ortaya Ayreon adı çıkmış. Bu tesadüfi bir hatadan doğma isim, yine tesadüfi bir şekilde Arjen’in adına da benziyor, ve kendisi her ne kadar bu bağlantıyı röportajlarda inkâr etmiş olsa da, ben albüm formatında müzikaller besteleyen bir müzisyenin yarattığı dünyanın baş köşesine kendisini koymaktan çekinmeyeceğini düşünmekteyim.

Birkaç istisna hariç aynı bilimkurgu evreninde geçen Ayreon albümleri, gözler kapalı dinlendiğinde bize yüz dakikaya varan bir müzikal deneyimi sunmakta. Albümlerin sayısı ve uzunluğunu göz önünde bulunduracak olursak, Ayreon diskografisi benim için çok ilgimi çeken, ucundan birazcık dişlediğim, ama bir türlü hatmetmeye gözümün yemediği devasa bilimkurgu kitap serilerine benziyor (Elimde Asimov’un tüm kitapları olmadığından olanları da okuyamıyorum) Geçen yazıda üzerine konuştuğumuz “Operation:Mindcrime”ın üzerine tamamen farklı yollara sapmış bir komadan uyanış hikayesi dinleyelim dedim, ve Ayreon külliyatına yirmi gün, ve her güne tekabül eden toplamda yirmi adet parçadan oluşan “The Human Equation”dan girmek istedim. Birazdan dinleyeceğimiz albümün içerisinde aşina olduğumuz rock/metal enstrümanlarının yanı sıra mandolin, Pan kavalı, didgeridoo, envai oktavda flütler, fagot (evet müzik aletinin adı bu), düdükler ve çeşit çeşit piyano/synth var – sanırım toplamda 30’a yakın enstrümanı çalan 10 müzisyenden, ve 12 vokalistten bahsediyoruz. Akıl kârı değil.

Day One: Vigil (Gece Nöbeti)’nde hasta yatağının başında duran bir erkek ile bir kadını duymaktayız. Hasta için duydukları endişe, ve konuşmalarındaki sorumluluk ve vicdana değinişleri kimlikleri hakkında bariz bir ipucu veriyor bize. Ha, hasta demişken, hikayemizin yatağında mışılsız uyuyan baş karakterinin bir adı yok, “Me” olarak geçiyor. Ama (spoiler uyarısı) komadaki karakterimizi hepimizin bildiği, ama muhtemelen hepinizin ayılıp bayılmadığı James LeBrie seslendiriyor. Şimdi arkadaşlar, “Dream Theater: dört olağanüstü müzisyen ile James LaBrie” sözü her ne kadar komik gelse de, yüksek tenor sesinin progresif rock ile uyumu su götürmez bir gerçek, ki bunu albüm boyunca deneyimleyeceğiz. Neyse efendim, James abimiz komada baygın yatarken, başında nöbet tutan en yakın arkadaşı ve eşi arasında romantik bir şeyler geçtiğini, ve bu kaçamağın James’i komaya sokan kaza ile bir ilgisi olduğunu anlayabiliyoruz. Hikâyeyi James LaBrie’nin boynuzlanmasından başlatmak her ne kadar çok keyifli bir anlatım olacak olsa da, orijinale sadık kalıp büyük B ile “Ben” olarak bahsedelim baş karakterimizden. Rahat bırakın adamı, şarkısını söylesin.

Day Two: Isolation (Tecrit) - Elimizdeki albümün sessel karakteristiğini bu şarkıyla beraber anlamaya başlıyoruz. Hafif, tekrarlı bir gitar-piyano arka planı üzerine konuşmalar, dize kısımlarına geçerken yoğunlaşan, karşılıklı atışan seslere cevaben sürekli adapte olan progresif bir altyapı. Ben içinde bulunduğu durumu anlamaya çalışırken, çocukluğundan beri içinde beslenen Korku, Ben’in sorularına cevaplar sunmaya çalışan Mantık, şarkıyı müthiş bir pasaja geçiren, ama Ben’le ilgilenmekten çok kendi hallerinde takılan Tutku ve Gurur, ve en sonunda, Ben’in kendi soruları ve duygularının sürekli zihnine müdahalesinden sonra ona alternatif bir yol sunmaya çalışan Sevgi… Inside Out / Tersyüz müzikalinde miyiz, n’oluyor diye sorabilirsiniz, ve ben de sizi pek suçlamam. Ama olay sadece bir kişiliğin ve bir avuç duygunun atışması değil. Bütün albüm boyunca göreceğimiz gibi, sürekli değişen, ilerleyen, zaman zaman bizi albüm evreninden de çıkarıp bambaşka diyarlara sürükleyen, ve neden burada olduğumuzu tekrar hatırlatan bir dolu enstrüman eşlik ediyor bu yolculuğa.

Day Three: Pain (Acı) – Oldukça yumuşak başlayan, ve bize 9 dakikalık bir parça sonrasında huzurlu bir balad sunacağı yanılgısını yaşatan bu parça, yapısı itibariyle isminin hakkını sonuna dek veriyor bence. Tıpkı farklı acı türlerinin farklı yoğunluk ve formda olması gibi, bazen Izdırap’ın ağzından düşük seviyede, ancak inatçı bir sızı, bazen de tüm sinir uçlarının Hiddet’le haykırdığı bir bıçak batması geliyor kulaklarımıza. Albümün sıradan bir progresif rock/metal albümünden farkını bu parçayla yavaştan anlamaya başlıyoruz. Şahsi olarak en sevdiğim şarkı yazarı ve vokalistlerden biri olan Devin Townsend’in hem söz yazımında, hem de Hiddet rolündeki katkısı bu şarkıyı ileri bir seviyeye taşıyor, ve benzeri bir durumu albümün bana göre en güçlü şarkısında da göreceğiz.
Day Four: Mystery (Gizem) – Hikayemizde sürekli perspektif değişimleri olacağını, lineer bir akış içerisinde olmayacağımızı anlıyoruz. En İyi Arkadaş ile Eş’in ilk şarkıyla aynı seyreden konuşmaları ile kendi kendini açan, güçlü bir enstrümental kısım arasındaki ikircikli durum belirliyor bu parçanın temposunu. Albüm boyunca sürekli bu basit altyapılı konuşmalar ile konuşmaları bağlayan ultra melodik uzay progresyonunu art arda duymaya koşullanacağız. Bu müzikal tercihin sebebi, şimdilik şarkımızın adı gibi gizemli kalsın.

Day Five: Voices (Sesler) – Akustik gitar ve yaylılar eşliğinde Ben’e dış dünyadan havadisler getiren Gurur, adeta bir orta çağ ozanı rolü üstleniyor. Gurur’un Ben’in endişelerine yeterli cevabı veremediği anda anlatımı Mantık, akustik gitar üzerini metal teller devralıyor, ve işlerin ciddileştiğini fark ediyoruz. Seslerin kaynağını ve amacını anlamaya çalışan Mantık bir hapishaneden kaçış rotası oturtmaya çalışırken Sevgi, iyi niyetli olduğu kesin olan bu seslere karşı yelkenleri indirmeyi öneriyor, ve Korku ile beraber Sevgi’nin bu önerisine şiddetle karşı çıkıyoruz. Sesler arasında bir karar birliği olmasa dahi, Ben bu seslerin gerçek dünyaya dönebilmesi için ne kadar önemli olduğunun farkına varıyor. Şarkının son kırk saniyedeki yükselişi, Ben’in tüm duygulara ve içinde bulunduğu duruma bir sitemi aslında. Albümdeki en iyi rifflerden biri bu son yirmi saniyede duyuluyor, ve keşke biraz daha uzun olsaydı da güzel güzel dinleseydik diyorsunuz. Gerçi bunu son kez demeyeceğiz. Bu haliyle bile albümün ilk yarısının en iyi şarkısı bence.

Day Six: Childhood (Çocukluk) – İlk beş şarkı boyunca Ben’in zihninden girip bedeninden çıkarken, ilk defa zamansal boyutta hareket ediyoruz. Şarkıyı Izdırap ve Korku’dan dinliyor olmamız bile Ben’in çocukluğu hakkında yeterli bilgiyi veriyor bize. Hem fiziksel, hem statüsel olarak ulaşılmaz, bir baba figürü, ve ondan çok daha iyi bir konuma gelip erişilmez olma ihtiyacı.

Day Seven: Hope (Umut) – En İyi Arkadaş devreye girerek Ben’in dikkatini dağıtmaya, ve hep kötü anılan çocukluğundaki güzel anları ona hatırlatmaya çalışıyor. Ben’i yeniden hayata, yanına getirmeye çalışan En İyi Arkadaş’ın taşıdığı umuda paralel olarak mutlu, 60’lardan fırlama bir İngiliz pop/rock şarkısına dinliyoruz. Şarkı sonlarında Ben’in hissettiği çaresizlik, ve anlık umutsuzluk ile müzik de değişiyor, ve mutlu bir rüyanın ortasında dalgalanan bir parazit gibi, dünyanın tozpembe olmadığını hatırlıyoruz.

Day Eight: School (Okul) – Albümün müzikal olarak en sağlam şarkılarından biri, ve belki de en bipolar karakteristikli olanı. Tahmin edeceğiniz üzere şarkı yazımında bipolar bozukluk teşhisli Townsend’imiz var. Kendisiyle yüzleşmek isteyen Korku, çocukluğun çaresizliğini vurgulayan Izdırap, ve Ben’in üzerinde dönüp durduğu travmalara çelişkili yaklaşımlar sunan Gurur, Mantık ve Tutku… hepsi günün sonunda Hiddet’in kakafonisine sürüklüyor bizi. Ben, travmalarını farklı duyguları eşliğinde ziyaret ediyor, ve yanına yoldaş olarak hangisini alırsa alsın, günün sonunda benliğini ele geçiren, geçmişin yükünü şimdide aksiyon almak için yakıta çeviren Hiddet oluyor. Hiddet’in kısımlarında nereden geldiği belirsiz sesler, ve sanırım deli gibi phaser efekti taşıyan bas gitarlar birlikte çığlık atıyor.
Day Nine: Playground (Oyun Alanı) – Albümün tek enstrümental parçası olan bu şarkı, aslen Edvard Grieg’e ait “Morning Mood” isimli bir kompozisyonun uyarlaması. Orijinal şarkı, kendisi uyurken yatını alıp kaçan, ve kendini adadaki maymunlardan korumaya çalışan kurgusal karakter Peer Gynt’i anlatıyor. Şarkının epik ve neşeli teması, Fas çölünün ortasında zor bir durumda kalan Gynt’in, yükselmekte olan güneşten aldığı umut ve yaşama sevincini temsil ediyor.
Day Ten: Memories (Anılar) – Güneş yükseliyor, yalnızca bir değil, on kere – ancak Ben’in hastanedeki durumu değişmiyor. Doktorların fiziksel teşhis sonucunda hiçbir sorun bulamaması, En İyi Arkadaş ve Eş’i sorunun Ben’in kafasına olduğu sonucuna götürüyor. Hele şükür, günlerdir duygularından öğüt ve azar yiyor adamcağız… Albüm boyunca ilk defa Ben’in bedensel ve zihinsel gerçekliği iç içe geçiyor, ve En İyi Arkadaş ile Gurur’u, Eş ile Sevgi’yi birlikte duyuyoruz. Bu gelişme sonucunda Tutku ve Mantık elini taşın altına koyuyor, ve Ben’i hayatının belki de en büyülü gününe götürüyor.

Day Eleven: Love (Aşk) – Hikâyede bir Tutku karakteri halihazırda var olduğu için şu ana kadar Love’ı Sevgi olarak çevirdim, ancak bu şarkının başlığını Aşk olarak düşünmek gerekiyor. Beni değil, romantik bağlamda açıkça zayıf olan İngilizce’yi suçlayın. Neyse, albümün ilk yarısının sonuna geldiğimiz anlarda, Ben’in hayatının aşkıyla tanışmasına şahitlik oluyoruz. İlk görüşte aşık olmuşlar birbirlerine, ama bizim oğlan biraz utangaç çıkmış, kız ilk andan beri oğlanın kendisine teklifte bulunmasını beklemiş durmuş… Bir de ekonomik imtiyazın kızın tarafınca alınsaymış, tam Türk tipi romantik hikaye olurmuş açıkçası. Şarkı albümün kalanının yanında sönük kalsa da Tutku ve Gurur’un yönettiği koro kısımlarının garip bir akılda kalıcılığı var, belki sözlerin basit, harmonik ve tekrarlı olmasındandır, bilemiyorum.

Day Twelve: Trauma (Travma) – Albümün orijinal versiyonunda bu şarkı öncesinde enstrümental bir kısım varmış, ancak hiçbir dijital versiyonunda bulamadım. Neyse, albümün ilk yarısından alıştığımız üzere yine yumuşak başlayan bir şarkı, ve bir anda… Mikael abimizden şöyle haklı hürmetli bir brutal geliyor. Kurban olsunlar sana. Çocukluğa döndüğümüz şarkıda yalnızca babayı dinlemiştik, ve işte, bütün duygular eşliğinde, sırada annenin hikayesini de duyuyoruz. Parça diğer şarkılar gibi bir progresyona sahip olacakmış gibi göründüğü anda, üçüncü dakikanın ortalarında bir anda Korku’nun domine ettiği, albüm boyunca ilk defa karşımıza çıkan, karanlık, gotik bir atmosferle tanışıyoruz. Bu noktada şarkı yazımında Åkerfeldt’in büyük bir rolü olduğunu düşünüyorum, çünkü bu güneşin üzerine örtülen karanlık bulutlar muhtemelen onun işi olmalı. Doom sevdalısı birisi olarak şarkının buradan sonraki kısmına acayip yükseliyorum, çünkü Lucassen’in progresif elementleri yalnızca parlak, yüklü melodiler için değil, oldukça ağır bir atmosfer yaratmak için de kullanabileceğini görmüş oluyoruz. Mantık gerçek savaşın dışarıda bir yerlerde, bir sedyede olduğunu vurgularken Izdırap, yalnız bir annenin tek oğluna muhtaçlığını dile getiriyor. Korku ve Tutku’dan gelen mesajlar ise aynı:
“Kendi içindeki lahitlerde tutsaksın, asla kaçamayacaksın ve ölsen daha iyi.”
Şarkının sonlarına doğru karanlık atmosfer kendini daha melodik ve umut dolu bir pasaja bırakıyor, ve Gurur son sözü söylüyor:
“Anılarını bastır, bütün duygularını göm, ve hayatını yaşamaya başla.”
Ve 9 dakikalık bir kaos bir anda son buluyor.

Day Thirteen: Sign (İşaret) – Yeniden hasta yatağına dönüyor, ve günlerdir çaresizce bir bilinç kıpırtısı bekleyen Eş’in ağzından bir balad dinliyoruz. Ben, evliliklerini bir gözden geçiriyor ve hayatındaki bütün zorluklarda yanında olan eşine ne kadar kötü davrandığını düşünüp utanıyor. Yani, muhtemelen kadına doğru düzgün davransan bütün bu drama hiç yaşanmayabilirdi. Şarkı sonlarında mutlu ve oyunbaz üflemeliler eşliğinde Ben’den minik bilinç belirtileri gören Eş ve En İyi Arkadaş’ı duyuyoruz.

Day Fourteen: Pride (Gurur) – İsminden bile badass bir şarkı olacağının sinyalini veren Gurur, güçlü bir riffle başlıyor. Ben’in vermiş olduğu hayat kararları üzerine Gurur ile tartışmasını dinliyoruz. İçinde güçlü bir sanatçı yönü ve kişiliği taşıyan, ama günün sonunda babasına kendini ispatlayabilmek uğruna soğuk kalpli bir iş adamına dönüşmüş bir Ben… Hikaye boyunca döndüğümüz çocukluğun, Ben’in yetişkinlik hayatına doğrudan etkisini ilk defa görüyoruz. Hatta üçüncü verse’de Ben ile Eş’in arasındaki soğukluğun sebebini de anlıyoruz – babasından miras Gurur, aşk meşk işleriyle vakit kaybetmeyip gerçek iş dünyasıyla meşgul olmasını öğütlemiş Ben’e hayat boyunca. Bu noktada Mantık devreye giriyor, ve Gurur ile beraber hiçbir şey için çok geç olmadığını, ve Mantık ile Gurur’un ortaklığında Ben’in zincirlerini kırabileceğini, ve sevdiklerinin yanına dönüp her zaman yaşamak istediği hayatı yaşayabileceğini söylüyor.

Day Fifteen: Betrayal (İhanet) – Spoken word şeklinde ilerleyen bu parçada, Ben ile En İyi Arkadaş’ın ilk şarkılardan beri gördüğümüz tatlı, masum ilişkisinin tam olarak öyle olmadığını anlıyoruz. İki arkadaş aynı firmada, aynı yönetici pozisyonuna talipken, Ben şeytana uyup En İyi Arkadaş’ın kendisine uzun zaman önce söylemiş olduğu küçük bir sırrı açığa çıkarıyor. Sır dediğimiz de basbayağı yolsuzluk veya usulsüzlük gibi bir şey, yani eleman adına çok da kötü hissetmeye gerek yok bence. Ama bu anonim eylem sonucunda En İyi Arkadaş işinden oluyor, ve Ben, Gurur’un menajerliğinde istemiş olduğu pozisyona geliyor. Ama içinde hep bir uhde kalmış olacak ki, Mantık ve Tutku’nun ısrarları sonucunda En İyi Arkadaş’ına yapmış olduğu ihaneti ona anlatmadan ölemeyeceğine karar veriyor. Gerçek dünyaya geri dönüp, ona göre her zaman ikisi arasından “daha iyi” adam olan arkadaşına her şeyi itiraf etmeye karar veriyor. Yani, bence zayıf bir motivasyon, ama ne yapalım, beyimizi motive eden şey bu demek ki.

Day Sixteen: Loser (Ezik) – Bu, albümü keşfetmeden önce tekli olarak dinlemiş ve inanılmaz beğenmiş olduğum bir şarkı. Dolayısıyla şarkı yazımına Townsend’in dahil olmuş olması tesadüf değil. Oldukça neşeli bir Kelt halk müziği şeklinde açılan parçaya bir anda giren progresif metal gitarları zaten gelecek olan ucubeliğin önden habercisi oluyor bize. Bu şarkı, son kısmı hariç tamamen Baba’nın ağzından anlatılıyor bize. Şarkıyı ilk dinlediğim dönemde deli gibi Hades oynuyordum, o yüzden her dinlediğimde sanki Hades Zagreus’u aşağılayıp duruyormuş gibi hissediyorum – ki figürler de birbirine benzemiyor değil. Baba, sonunda yıllardır market market gezip aradığı sütü bulmuş olacak ki, Ben’i komasının içinde ziyarete gelmiş. Eli boş da gelmemiş, her fırsatta Ben’in annesi gibi zayıf olduğunu, asla kendisine kafa tutamayacağını, ve ucube bir ezik olduğunu söylüyor. Bu arada sürekli eski eşleri tarafından dava ediliyormuş ve çocuklarının yarısı hapisteymiş. Suç makinesi mi yoksa fabrikası mı daha iyi bir ifade olur, bilemiyorum. Şarkının sonlarına doğru, Hiddet, birkaç şarkıdır saklandığı yerden çıkıyor, ve hayatı boyunca ilk defa Baba’ya karşı çıkıyor – “Asla! Hadi len oradan!” Ve Ben, baba sorunlarını artık aşmış olduğu için ilk kez karşılaştığımız Baba’yı albümün kalanında görmüyoruz.

Day Seventeen: Accident? (Kaza?) – Ben’in neden komada olduğunu SONUNDA anlamak üzereyiz. Hani tamam zaten heyecan unsuru olarak bunu biraz saklamak icap eder de, albüm yüz dakika olunca “hadi anlatın be kardeşim” diyor insan. Albümde artık karakteristikleşmiş olan “ilk yarıda sözlü anlatım + ikinci yarıda duygusal dışavurum” formülü bu şarkı için de geçerli. Ben, bir gün şu ana kadar saydığımız bütün sorunlar ve daha fazlasıyla yüklenmiş bir şekilde, işten erken ayrılıp eve dönüyor. Tek istediği, geçmişin yüküyle başa çıkabilmek için eşiyle biraz baş başa vakit geçirmek. Ama tıpkı Elden Ring’de yorgun savaşçımızın aldığı sarılma debuff’u gibi, eşinin refakatçiliği için eve gittiğinde gördüğü manzara onu derinden sarsıyor – Eş’i ile En İyi Arkadaş’ı koyun koyuna. Evet, zaten hikâyede üç ana karakter olmasından ötürü böyle aşk üçgenli bir son geleceğini başından beri biliyorduk. Gördüğünün etkisiyle arabaya atlayan Ben, son ses Three Days Grace açıp gazlıyor, ve direksiyonu yol kenarında babasına benzettiği bir figürün üzerine kırıyor. Gerçekten dengesiz bir adammış baş karakterimiz. Bu şarkıda üzerine araba sürülen masum adama n’olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yok, elimizde olan tek şey Eş’in acınası savunma cümleleri: “Kötü bir niyetimiz yoktu, yalnızca birazcık şefkat ve sıcaklığa ihtiyacımız vardı.” Ya kardeşim. Madem aranız bozuk, iki iletişim kurun, olmadı ilişki terapisine falan gidin, bunu halletmenin yolu bu mudur yani? Bir de şarkı boyunca Izdırap sürekli “Aşk seni terk etti, ben olmadan tamamen yalnızsın” diye kafa ütülüyor. Neyse, şarkı başında söylediğim gibi boynuzlanan kişinin LaBrie olduğunu düşünmek bu durumun yegâne tesellisi gibi duruyor.

Day Eighteen: Realization (Farkındalık) – Bu şarkının son dakikası haricinde mutlu bir enstrümental olması çok komik bence. “Hükümeti sikeyim, ve şimdi 17 rastgele gitar solosu” der gibi bir absürtlük var üzerinde. Ben’in bir karar vermesi lazım, sonuçta olayın yaşanma anından sonra sinir krizi geçirip kaza yaptığı için oturup düşünmeye pek vakit bulamamış haliyle. Danıştığı duygular Ben’in içindeki eğilimleri tarif ediyor - Tutku cezalandırma, Gurur altta kalmama, Aşk bağışlama, Izdırap pes etme, Korku ise yüzleşme dürtüsünü temsil halinde. Bir anda Eş ve En İyi Arkadaş, Ben’in sabahtan beri yalnız başına sürdürdüğü mücadeleye en sonunda müdahil olmaya karar veriyor.

Day Nineteen: Disclosure (Açıklama) – “Aldatmanın bahanesi olmaz” diyenlerdenseniz, bu paragraf sizi biraz sinir edebilir. Önce En İyi Arkadaş söz alıyor, ve hem işsiz hem de sevgisiz kalmanın onu ne kadar dibe sürüklediğinden, ve acıyı hafifletmek için birine ihtiyaç duyduğundan bahsediyor. Eş de her ne kadar kalbi Ben’e ait olsa da, uzun zamandır ilgisiz ve sevgisiz kaldığını anlatıyor. Bu sebeple ikisi, aralarında romantik bir şey yaşanmadan, yalnızca sıkıntılarını anlatıp birbirlerine destek olmuşlar. Yani, on dokuz şarkı boyunca duyup öğrendiklerimize bakacak olursak Ben travmalarını aşamamış, ve çevresine pek iyi davranamamış birine benziyor, o yüzden bu gerekçelerde büyük bir doğruluk payı var. Yine de günün sonunda yaşanan şeyi meşru kılar mı, o sizin takdirinizde. Şarkı boyunca En İyi Arkadaş, Aşk ve Tutku, Eş’in kalbinin her zaman Ben’e ait olduğunu, ve bunun hep böyle kalacağını söyleyerek Ben’i, Eş’inin yanında olmak üzere gerçek dünyaya çağırıyor. E albüm bitiyor artık, dönelim bir zahmet.

Day Twenty: Confrontation (Yüzleşme) – Albümün kapanış şarkısı, albüm boyunca duymuş olduğumuz farklı müzikal yaklaşımları ve sesleri sentezleyerek bize tatmin edici bir son sunuyor. Ben, sonunda bilinç kazanıyor. İhanetini, zaten yaşananları önceden sezmiş olan En İyi Arkadaş’la paylaşıyor, ve bir şekilde ödeşmiş oldukları konusunda anlaşıyorlar. Buradan sonra, birçok ses Ben’in gerçek dünyaya yeniden karşılıyor. Eş ve Aşk, kendilerinin rehberliğinde Ben’in yaşamdaki yerini yeniden bulabileceğini söylerken, Izdırap gerçekliğin getireceği gerçek acıya vurgu yapıyor. Tutku, geçmişteki bütün hatalarını yenmiş biçimde, herkese ne kadar güçlü, iyi ve anlayışlı bir insan olabileceğini göstermesi yönünde Ben’i gazlarken, Mantık basitçe doğru kararı vermiş olduğunu tasdikliyor. Korku Ben’i vazgeçirmeye çalışsa da, Ben artık nihai kararı vermiş durumda. İyice yükselip sertleşen müzik eşliğinde her aktör son sözünü söylüyor, Ben kesinkes hayata dönüyor, ve…
“İnsan Denklemi programı durduruldu. İyi günler. Rüya Ardıştırıcı çevrimdışı.”
“Duygular… Hatırlıyorum…”
Orta vadeli bir gelecekte baştan sona dinleyip de kaleme dökmek istediğim diğer Ayreon albümleri Ortaçağ Avrupası ile Mars’a sığınmış öksüz bir insanlık arasında gidip gelirken “The Human Equation”un tek bir insana ve onun iç dünyasına odaklanmış olması tesadüf değil. Albümün son saniyelerinde anlıyoruz ki, hala Ayreon evrenindeyiz, ve hala ileri teknolojiye sahip Marslı bir insan ırkına sahibiz. O insanlardan biri, Rüya Ardıştırıcı denen bir aleti kurcalamaya karar vermiş, ve dinlemiş olduğumuz yüz dakikayı, tamamen bir program içerisinde simüle etmiş. Simülasyon içinde koma içinde rüya, ya da öyle bir şey. Albümde son duyduğumuz ses (Duygular… Hatırlıyorum…) de aslında Forever of the Stars (Yıldızların Ebediyeti) denen, diğer Ayreon albümlerinde evrenin kaderi üzerinde büyük etkisi olan bir varlığa ait. Muhteşem bir son.

Şimdi, albümün zaafları hakkında konuşalım. Albümde bazı kısımları bazen hikâyenin devamını duyabilmek, bazen de yeni bir enstrümental pasaja geçebilmek için ayıp olmasın diye dinliyor gibiyiz. Bu durum genel olarak şarkıların başında, ve dizelerin üçüncü tekrarlarında yaşanıyor. Zaten albümü bir kere baştan sona dinlediğiniz zaman, albümün ilk yarısını da aslında ikinci yarısına ulaşabilmek için dinlediğimizi düşünebilirsiniz. Bu durum üzerine biraz düşündüm, ve düşündüklerimi sizinle de tartışmak istiyorum. Öncelikle, bence albümde yüz dakikayı dolduracak materyal kesinlikle var, ama bu materyal doğru dağıtılmamış. En bariz örnek olarak Day Five’da aynı nakarat aynı arkaplanla beraber üç kez tekrarlanacağına, şarkı sonundaki kısmı en az iki üç dakika dinleyebilirdik – buna benzer birkaç örnek var. Ayrıca, dinlediğimiz yüz dakika içerisinde rock opera / tiyatro vurgusunun müzikal endişeleri bertaraf edip fazla baskın olduğu anlar da mevcut. Albümün ilk yarısında zaten müzikal tema çok daha hakim olduğu için pek sorun yaratmayan bu durum, ikinci yarının ortasına kadar büyük bir tempo sorunu yaratıyor. Trauma, Pride ve Loser albümün sesini sertleştirip progresif spektrumda metale doğru kaymaya çalışırken, bu üç şarkı arasına ısrarla girip bu kademelendirmeyi bozan Sign ve Betrayal albümü baştan sona dinlediğim durumda aldığım keyfi bir hayli azaltıyor. Bu iki şarkı olmasa bütüncül bir şaheser niteliği taşıyacak ikinci kısım, ne istediğine çok geç karar vermiş bir hava taşıyor. Bunu herhangi bir tür sıçraması kaygısından ötürü değil, tamamen tutarlılık açısından söylüyorum.
Sözün özü, hem bir müzikal, hem de iddialı bir progresif müzik albümü olması, The Human Equation’un gücü olduğu kadar zaafı da. Ben şahsen görece sakin, elit bir müzik deneyimi istiyorsam albümü ilk şarkıdan, beni canlandıracak agresif bir doyum amaçlıyorsam tam yarısından, on ikinci şarkıdan başlatıyorum. Lucassen diğer albümlerinde nasıl bir denge yakalamış, onu da ileriki zamanlarda deneyimleyeceğim. O zamana dek, insan denklemini çözülmemiş, değişkenleri kendi burnunun dikine gider halde bırakalım, ve ufaktan vedalaşalım.
Bana göre albümün en iyi şarkıları:
Day Five: Voices
Day Twelve: Trauma
Day Sixteen: Loser,
Day Seventeen: Accident?
Day Twenty: Confrontation
Comments